Sitemde bugüne kadar hep kendi yazılarımı yazsam da bugün ilk defa bir çeviri yazısını paylaşacağım. Her ne kadar benim ana uğraş alanım ekonomi olsa da bunun yanında şehircilik ve mimari konuları da çok hoşuma gidiyor hatta bu sitedeki ilk yazım Şehir ve Ekonomi’dir. Hatta bunun için İstanbul Üniversitesi Açıköğretim’de Kültürel Miras ve Turizm bölümü okuyorum.
Neden böyle bir şey yapıyorum? Çünkü mimarinin, bina mimarisinin, şehir mimarisinin insan psikolojisi ve ekonomi üzerinde çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Geçen gün de The New Yorker‘ın İran’ın Hayalet Şehirleri ilgili makalesini okuyunca bu çeviri yazısını paylaşmaya karar verdim. Aşağıdaki çeviri yazısı da “Suriye’deki savaşın sebeplerinden birisi mimari olabilir mi?” sorusuna yanıt arıyor. Çeviri yazısının sonunda kendi düşüncelerimi de açıklayacağım.
“Bu konuşma Suriye’deki altı yıllık savaşta tahrip edilmiş bir şehir olan Humus’ta 2016 yılının Mayıs ayında internet üzerinden kaydedilmiştir. Merhaba. İsmim Marwa ve bir mimarım. Suriye’nin iç batısında bulunan Humus’ta doğup büyüdüm ve hep burada yaşadım. Savaşın altı yılının ardından Humus şu anda yarısı yıkılmış bir şehir. Ailem ve ben şanslıyız, çünkü evimiz hâlâ ayakta. Yine de iki yıl boyunca evde tutsak hayatı yaşadık. Dışarıda gösteriler, çatışmalar, bombalı eylemler ve keskin nişancılar vardı. Eşim ve ben eski şehrin meydanında bir mimarlık atölyesi işletiyorduk. Eski şehrin çoğu gibi o da yerle bir oldu. Şehrin diğer mahallelerinin yarısı şu anda harabe. 2015’in sonlarında yapılan ateşkesten bu yana, Humus’un büyük bir kesimi aşağı yukarı sakin. Ekonomi tamamen çökmüş vaziyette ve insanlar hâlâ mücadele ediyor. Eskiden eski şehirde dükkânı olan tüccarlar şimdi içeride değil, sokaklarda ticaret yapıyorlar. Apartmanımızın altında bir marangoz, tatlıcılar, bir kasap, bir matbaa, bir fabrika ve daha niceleri var. Yarı zamanlı olarak öğretmenliğe başladım ve aynı anda birçok iş yapan eşimle beraber küçük bir kitabevi açtık. Diğer insanlar da geçinebilmek için çeşitli işler yapıyorlar.
The Independent: Humus
Harap olmuş şehrime baktığımda ister istemez kendime soruyorum: Bu anlamsız savaşa yol açan şey neydi? Suriye büyük ölçüde bir hoşgörü ülkesi, tarihsel açıdan da çeşitliliğe alışık ve pek çok inanca, millete, geleneğe, eşyaya ve yiyeceğe ev sahipliği yapan bir yerdi. Benim ülkem — halkların uyumlu bir biçimde birlikte yaşadığı ve fikir ayrılıklarını rahatlıkla ele alabilen bir ülke — nasıl iç savaşa, şiddete, göçe ve eşi benzeri görülmemiş bir mezhep nefretine dönüştü? Bu savaşa sebep olan birçok faktör vardı: Sosyal, siyasal ve iktisadi. Hepsinin de payı var. Ama şuna inanıyorum ki gözden kaçırılan ve incelenmesi gereken, savaşın tekrar gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine emin olmamıza fazlasıyla bağlı olan temel bir sebep var. Bu sebep, mimari.
Benim ülkemde mimari, savaşan taraflar arasında bir anlaşmazlık yaratmada, yönetmede ve büyütmede önemli bir role sahip, bu diğer ülkeler için de geçerli olabilir. Bir yerin mimarisiyle orada yaşayan topluluğun karakteri arasında mutlak bir uyum vardır. Mimari bir topluluğun dağılmasında da birleşmesinde de söz sahibidir. Suriye halkı birbirinden farklı geleneklerin birlikteliği ile yaşamını uzun zamandır sürdürmekte. Suriyeliler açık ticaretin ve sürdürülebilir toplum politikasının getirdiği zenginliği de yaşadı. Bir yere ait olmanın tadını çıkardılar ve bu da çevre yapılanmasına, camilere, arka arkaya inşa edilen kiliselere, iç içe geçmiş pazar yerlerine, halka açık alanlara insanlığın ve uyumun ilkelerine dayalı ölçülere yansıtıldı.
Bu karışımın mimarisi hâlâ kalıntılar sayesinde gözlenebilir. Suriye’deki eski İslam şehri, kendisiyle bütünleşen ve o ruhu kucaklayan çok katmanlı bir geçmiş üzerine kurulmuştu Halk da öyleydi. İnsanlar kendilerine aidiyet duygusu veren ve evlerindeymiş gibi hissettiren bir yerde hep beraber yaşadılar ve çalıştılar. Takdire değer, müşterek bir hayatı paylaştılar.
Ama son yüzyılda buralara ait bu hassas denge, Fransızlar çağ dışı olarak gördükleri Suriye şehirlerini dönüştürmeye koyulduklarında, sömürge döneminin şehir planlayıcıları tarafından yavaş yavaş bozuldu. Şehrin sokaklarını tahrip ettiler ve anıtları değiştirdiler. Tüm bunlara yenilik dediler ama bunlar, uzun ve yavaş bir yıkım sürecinin başlangıcıydı. Şehirlerimizin geleneksel kentleşmesi ve mimarisi ayrılarak değil, iç içe geçerek birliği ve aidiyeti sağlamlaştırdı. Fakat zaman içinde, eski şehir değerini kaybetti ve yenisi öne çıktı. Mamur çevreyle sosyal çevrenin ahengi, çağdaşlık unsurları tarafından ayaklar altına alındı: Vahşi, tamamlanmamış beton bloklar, ihmal, estetik bozukluk, toplumu sınıflara, mezhebe ya da zenginliğe göre ayıran bir şehircilik.
The New Yorker: İran’ın çölün ortasına diktiği beton bloklar (Bu yazı için temsili)
Ve tüm bunlar toplumda da meydana geliyordu. Yapılı çevrenin de düzenlenmesiyle, halkın yaşam şekli ve aidiyet duygusu da değişmeye başladı. Mimari birliğin ve aidiyetin simgesiyken bir ayrımcılık yöntemine dönüştü ve halklar önceden onları bir arada tutan yapıdan ve ortak varlıklarını temsil eden yerin ruhundan giderek uzaklaşmaya başladılar.
Suriye’deki savaşa yol açan pek çok sebep varken, insanlık dışı mimarinin de asimilasyona, öz saygı ve kentsel bölge kavramlarının yok olmasına katkı sağlayarak mezhep ayrımını ve düşmanlığı besleme şeklini azımsamamalıyız. Zamanla o ahenk hâlindeki şehir, bir çember boyunca uzanan azınlık mahalleleriyle bir şehir merkezine dönüştü ve buna bağlı olarak da, uyumlu toplumlar birbirine ve çevreye yabancılaşarak ayrık sosyal gruplar hâline geldi. Benim bakış açıma göre, bir yere dair aidiyet duygusunu kaybetmek ve bu hissi başkalarıyla paylaşamamak o bölgenin tahribatını kolaylaştırıyor.
Bunun en iyi örneği, savaştan önce nüfusun %40’ından fazlasına ev sahipliği yapan kaçak yapılanma planları. Evet, savaştan önce Suriye nüfusunun neredeyse yarısı gecekondu mahallelerinde ve düzgün bir altyapısı olmayan, genelde dinlerine, zümrelerine, kökenlerine ya da tamamına bağlı olarak aynı kesimden insanları barındıran, sayısız sırada tek bloklardan oluşan sınır bölgelerinde yaşıyordu.
Bu gettolaşan şehircilik savaşın somut bir habercisi olarak ortaya çıktı. Uyuşmazlıksa “diğerlerinin” yaşadığı, önceden belirlenmiş alanlar arasında çok daha sorunsuz. Şehri önceden bir arada tutan, toplumsalsa kaynaşık binalar aracılığıyla, iktisadiyse pazarlardaki ticaret aracılığıyla ya da dini ise bir arada yaşamakla sağlanan bağlar, yanlış yönlendirilmiş ve vizyonsuzca gerçekleştirilmiş kentleşmeyle beraber yok oldu.
Müsaadenizle bir parantez açıyorum. İngiliz şehirlerindeki etnik mahallelerin ya da Paris’in, Brüksel’in de aralarında bulunduğu, dünyanın diğer kesimlerindeki heterojen şehircilik hakkında bir şeyler okuduğumda, Suriye’de feci bir şekilde şahit olduğumuz bir çeşit istikrarsızlığın başlangıcını görüyorum.
Humus, Halep, Dera ve daha pek çok ağır tahribata uğramış şehirlerimiz var ve şu anda ülke nüfusunun neredeyse yarısı göç etmiş durumda.
Umuyorum ki savaş sona erecek, benim bir mimar olarak sormam gereken soruysa şu: Nasıl yeniden inşa edeceğiz? Aynı hataları tekrarlamamak adına hangi ilkeleri benimsemeliyiz? Bana göre, odak noktası insanların kendilerini oraya ait hissedeceği mekânlar yaratmak olmalı. Mimarinin ve planlamanın birlik ve barış koşullarını yaratan, gösterişi değil ulaşılabilirliği ve kolaylığı sergileyen estetik unsurlarla cömertliğe ve inanca teşvik eden ahlaki unsurları barındıran, sadece seçkin tabakaya değil tüm insanlığa hitap eden, yani tıpkı eski İslam şehrinde de olduğu gibi bir toplum olma algısını güçlendiren karma yapılardan oluşan bazı geleneksek değerleri yeniden işlemesi gerekiyor.
Burada Humus’ta, tamamen imha edilmiş Baba Amr adında bir mahalle var. Hemen hemen 2 yıl önce burayı yeniden inşa etmek adına bu tasarıyı Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı’nın yarışmasına sundum. Tasarım ise organik olarak büyüyebilen ve yayılabilen bir ağaçtan esinlenilen, eski sokakları birbirine bağlayan klasik köprüleri anımsatan ve apartmanları, özel avluları, dükkânları, iş yerlerini, otoparkları ve eğlence alanlarını, ağaçları ve taralı alanları kapsayan kentsel bir yapı yaratmaktı. Mükemmeliyetten uzak olduğu ortada. Bu planı elektriklerin geldiği birkaç saat içinde çizmiştim. Ayrıca mimari vasıtasıyla aidiyeti ve toplumu ifade etmenin daha pek çok yolu var. Ama bir de Baba Amr’ın restorasyonu için resmi proje olarak sunulan bağımsız ve dağınık binalara bakın.
Mimari, etrafında insan hayatı dönen bir eksen değildir fakat beşeri faaliyetlere fikir verebilen ve hatta onu yönlendirebilen güce sahiptir. Bu açıdan yerleşim, özdeşlik ve toplumsal bütünleşme etkili şehirciliğin hem üreticisi hem de ürünüdür. Eski İslam şehrinin ve birçok eski Avrupa şehrinin tutarlı şehirciliği birleşmeyi desteklerken, sıra sıra ruhsuz konutlar ve yüksek binalar lüks olsalar da, aslında yalnızlığı ve “ötekileşme”yi teşvik etmeye meyilli. Gölgelik alanlar, meyve ağaçları ya da şehir içindeki bir çeşme gibi en basit şeyler dahi insanların bir yere bakış açısını değiştirebilir ve o yeri verimli bir alan olarak görüp korunmasına ve oraya katkıda bulunulmasına önem vermelerini ya da nefret tohumlarıyla dolu olan yabancı bir mekân olarak görmelerini etkileyebilir. Bir yerin bize bir şeyler bahşetmesi için, o yerin mimarisi de bahşedici olmalıdır.
Hong Kong’daki binalar ( Bu yazı için temsili )
Yapılı çevremiz önem taşır. Şehrimizin yapısı, ruhumuza yansır. İster gayri resmi beton gecekondular ister bozulmuş sosyal konut sistemi, ister yıkılmış eski kentler, ister gökdelen ormanları olsun; tüm Orta Doğu’da görülen çağdaş kent mimarisi toplumumuzun birbirine yabancılaşmasının ve dağılmasının bir sebebidir.
Bundan ders çıkarabiliriz. Nasıl başka yollarla restore edeceğimizi, nasıl insan yaşamına sadece pratik ve ekonomik açıdan katkıda bulunmayan, aynı zamanda insanların sosyal, manevi ve psikolojik ihtiyaçlarını da karşılayan bir mimari oluşturabileceğimizi öğrenebiliriz. Bahsettiğim bu ihtiyaçlar, savaştan önceki Suriye şehirlerinde göz ardı edilmişti. Yeniden orada ikamet eden halklar tarafından paylaşılan şehirler inşa etmemiz gerek. Eğer bunu gerçekleştirirsek, insanlar da kimlik arayışına girme ihtiyacı hissetmeyecek, çünkü hepsi kendilerini yurdunda bilecek.
Dinlediğiniz için teşekkürler.
Sanırım mimarinin insan üzerine, ekonomi üzerine, devletler üzerine ne kadar etkili olduğu bu yazı da biraz daha iyi anlaşılmıştır. Tabii ki buradaki görüşlere katılmayabilirsiniz ve elbette tek neden de bu değil. Hemen üstte bu yazı için Hong Kong’dan bir temsili fotoğraf ekledim. Eğer siz de aratırsanız Hong Kong’ta böylesine yüzlerce bina olduğunu görebilirsiniz. Şu an Çin uygulamalarından dolayı Hong Kong’ta aylardır devam eden bir protesto gösterileri devam ediyor. Yorumlama doğru olmayabilir ama Hong Kong’taki isyanlarda da böylesine beton binalarda yaşayan insanların psikolojik durumları da etkili olduğunu düşünüyorum.
Ve biraz da dikkat ederseniz burada söz konusu şey sadece mimari değil. Ofislerde insanların kendilerince tasarladığı konutlar, masa başında hazırlanan raporlar, plazalarda yazılan ekonomik reformlar, meclislerde çıkarılan yasalar insanların ihtiyaçlarını, toplumların yapısını anlayıp bilmeden yukarıdan dikte ile yapılmaya çalışılan her şey eninde sonunda bir itirazla, bir karşı çıkmayla netileceleniyor. Toplumların tarihsel yapısına baktığınızda bunu siz de görebilirsiniz.
Bence Türkiye’de mimari ekonomiyi etkiliyor ve ilerleyen dönemlerde bunun etkisini daha da hissedebiliriz. Sağında-solunda, önünde-arkasında sadece beton apartmanların olduğu bir apartmanda yaşayan, canı sıkılıp bir hava almak için sokağa çıktığında kaldırımlara park etmiş arabaların yüzünden yürüyemeyen, insanın psikolojik yapısı ekonomiyi de etkileyecektir. İnsan hayal eden, umutlanan ve mutlu olmak isteyen mutlu olduğunda da daha verimli olan varlıktır. Güzel gördüğünde güzel düşünendir. O yüzden hep güzel şeyler yapmalıyız, mimaride de…
Kaynak
Röportaj, https://www.ted.com/talks/marwa_al_sabouni_how_syria_s_architecture_laid_the_foundation_for_brutal_war
The New Yorker, https://www.newyorker.com/magazine/2019/10/21/ghost-towers?utm_social-type=owned&utm_source=twitter&utm_medium=social&mbid=social_twitter&utm_brand=tny